sadece forum isteyenlerin forumu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İslam Alimleri...

Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty İslam Alimleri...

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 11:25 am

Kardeşlerim buraya Türkiyede ve dünyada yaşayan islam büyüklerini aktarmaya çalışacağım.
Sizlerin bu abide şahsiyetleri daha iyi tanımanız için...saygılarımı sunarım..
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Prof. Dr. M. Es'ad Coşan'ın Hayatı (Rh.a) (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 11:53 am

İslam Alimleri... 010120jpgeb5


Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir. Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür.

Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi.
Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.
1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi.

Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı.
Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti.

Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı.

Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.



Es'ad Coşan Hoca Efendinin Neşrettigi bazı kitaplar....!

AVUSTRALYA SOHBETLERİ ( 4 CİLT )
İlim öğrenmek Allah indinde namazdan da, oruçtan da, hacdan da ve Allah yolunda cihad etmekten de daha faziletlidir." diyor Peygamber Efendimiz...
Onun için, bu günden itibaren, bu kandil gecesi size başlangıç olsun, hatıra olsun; hepinizin söz vermiş olduğunu kabul ediyorum, siz bana söz vermiş olun: Günde en aşağı bir saat, dinî bir kitabın bir bahsini çoluk çocukla beraber okuyacaksınız.

DOĞRU İNANÇ VE GÜZEL KULLUK
En önemli şey iman, din, inanç ama, onun da en önemli tarafı inancın doğru olması...
Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hamd ü senâlar olsun ki bizi doğru inanç, rızasına uygun hakiki din olan İslâm'a mensub kıldı.
Kıymetli okuyucular; Müslüman olduğunuza çok hamd ü senâlar edin!...
"Bize İslâm'ı öğrettiler, bizi müslüman olarak yetiştirdiler" diye dedelerimize çok dualar edin!..
Dünyanın neresinde olursanız olun, Allah'a iyi kulluk etmeye çalışın! Dinimizin esaslarına sımsıkı sarılın.
Çünkü Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmak, dünyada, ahirette mutlu ve bahtiyar olmak ancak o şekilde olabilir.
Hangi diyarda olursak olalım, hangi diyarda yaşarsak yaşayalım, Allah bizi bu iman üzere yaşamaya, ibadetlerimizi yapmaya muvaffak eylesin... Müslüman olarak yaşatsın... Hayırlı uzun ömürler versin... Huzuruna sevdiği ve razı olduğu kullar olarak varmamızı ihsân eylesin...

GAYEMİZ
Çağımızda dünya hızlı bir değişme ve ilerleme içindedir. Müslümanlar olarak bunları takip etmek; ve gerekli tedbirleri alarak yeni gelişmelere ayak uydurmak zorundayız. Şerefle yaşamak ve yükselmek için bu şarttır. Halbuki pek çok kimse bu seviyede değildir. Değil halkımız, onları eğitmek ve yol göstermek durumunda olanlar dahi bu bakımdan yardım ve desteğe muhtaçtırlar. Çünkü bu iş kaliteli eleman, kadro, mali güç, iyi vasıta modern malzeme ve geniş zaman ister.

GÜNCEL MESELELER 1
Müslümanın bir meseleyi kararlaştırması için pırıl pırıl ilim var...
İlk önce ilim erbabına soracak!..
"Bilmiyorsanız, bilen insanlara, ilim erbabına sorun!" diyor Kur'an-ı Kerim...
Gideceksin soracaksın,
"Hocam, bu hususta hüküm nedir?" diye...
Allah'ın emri varsa, o da sana bildirecek, mesele kalmayacak.
- Ya ilim adamı hata ediyorsa?..
- İlim adamının hatası bile sevaptır!..

GÜNCEL MESELELER 2
Tarikat, bir eğitim sonunda hakîkate ulaştırıyor insanı... İnsan nefsini yeniyor, iradesini kontrol ediyor, Allah'ın sevdiği işleri yapıyor; Allah'ın sevgili kulu oluyor, hakîkate ulaşıyor, ermiş kimse oluyor.
Tarikattir yolu bunun, başka türlü olmuyor bu... Kitap okumakla olsaydı, Allah gökten kitabı indirirdi, "Okuyun bunu!" derdi. Böyle olmuyor, sohbet yoluyla oluyor.
Peygamber Efendimiz gelmiş, 23 senede insanları İslâm'ın hakîkatlerine alıştırmış ve eğitmiştir.
Eğitim yoluyla olduğu için, kitap yoluyla, okumak yoluyla olmaz!.. Eğitimin içinde kitap olabilir ama, mutlaka bir eğitimcinin olması şarttır ve öyle olmuştur.

HACCIN FAZİLETLERİ VE İNCELİKLERİ
Muhterem kardeşlerim, bana kalsa, ben hacı olacak insanları ilkönce memlekette büyük bir yerde toplarım. Onlara bir hafta, on gün bu ayetleri, bu hadisleri bir anlatırım. "Bakın, hac oyuncak değil!.. Hac, ömürde bir defa ele geçen muazzam bir fırsattır. Çok sevaplıdır, çok kıymetlidir, çok esrarlıdır... Çok tatlıdır, çok güzeldir... Çok meşakkatlidir, çok imtihanlıdır... Çok sabır ister, çok dikkat ister... Çok nezâket ister, çok edeb ister, çok zerâfet ister!.." diye, bu hadis-i şerifleri okuyup da anlatmak lâzım hacılara...

HACI BEKTAŞ-I VELİ
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin çağdaşı olan, Horasan'dan gelmiş, Nişâpur'lu Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden, sâde, gösterişsiz, mütevâzi bir mübarek zâttır Hacı Bektâş-ı Velî...
Sizin İslâm ve din anlayışınız, Kur'an ve sünnet anlayışınız gibi, bizim anlayışımız gibi görüşleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren; ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zattır.
Hakîkaten velî lâkabı isabetle verilmiştir kendisine; Hacı Bektâş-ı Velî'dir!..

HAYDİ HİZMETE
Sahâbe-i Kiram'ın hepsi Allah'ın dinini yaymak için dünyanın her tarafına yayılmışlardır. Kimisinin Semerkant'ta kabri vardır, kimisinin Mısır'da, Tunus'ta kabri vardır, kimisinin Kıbrıs'ta, Anadolu'da kabri vardır, Kafkaslar'da kabri vardır. Dünyanın her yerine yayılmış ve vazifelerini yapmışlardır
Devir gelmiş geçmiş, bizim üzerimize nöbet geçmiştir. Bizim şimdi Allah'ın dinine en güzel hizmet etme görevimiz vardır omuzumuzda... Allah'ın huzuruna, yüzümüz ak, alnımız açık olduğu bir şekilde vicdânen müsterih olarak elinden geleni yapmış, tâkati kadar, tâkatinin sonunu, azamîsini, kapasitesinin tamamını kullanmış olarak gitmemiz lâzım; "Yâ Rabbi, elimden geldiğince çalıştım!" diyebilmemiz lâzım!
Yepyeni bir aşk, şevk ve gayretle haydi hizmete!..

HZ. ALİ EFENDİMİZDEN VECİZELER
Sevgi istiyoruz, kardeşlik istiyoruz!..<br> İhtilâflarda ilmî araştırmayı, sakin düşünmeyi, ilmi hakem seçmeyi istiyoruz. İlim ne diyorsa, hepimiz uyalım!.. Ben haksızsam, ben düzeleyim; ötekisi haksızsa, ötekisi düzelsin!.. Allah'ın sevdiği kul olalım!..
Gayemiz; bizi yaratan, kâinatı yaratan, şu güzellikleriyle kâinatı her an nimetlerine mazhar edip sevkeden, yöneten Allah'a güzel kulluk etmek olsun!..
İşte böyle bir niyetle, böyle bir çerçeve içinde, Alevî kardeşlerimizi sevdiğimizden, Hazret-i Ali'yi sevdiğimizden; "Herkes de, Hazret-i Ali ne buyurmuş onu bilsin, sözlerine baksın, ayağını onun ayağına, izine uydursun!" diye, Hazret-i Ali Efendimiz'in sözlerini okuyoruz.

İMAN'IN VE İSLAM'IN KORUNMASI 1
Çocuklarınızı Kur'an-ı Kerim ve Rasûlullah sevgisiyle yetiştirin!.. Onu ihmal ederseniz; hiç ilgilenmez de, akşam geç gelir sabah erken gider de, çocuğu kendi halinde tarlanın kenarında biten ot gibi yetiştirirseniz; o zaman çocuk başkalarının terbiyesini alır, başka yola gider. Çocuğumu ben yetiştireceğim diye düşüneceksiniz, çare arayacaksınız, masraf edeceksiniz; hoca yoksa hoca ithal edeceksiniz!.. Futbol takımları Brezilya'dan, Yugoslavya'dan antrenör ithal ediyor, oyuncu ithal ediyor. Biz de dinimizi kurtarmak için ne yapmamız gerekiyorsa, onu yapacağız.
Aziz ve sevgili kardeşlerim! Şimdi rahat zamanınızda iken İslâm için çalışın, rahatız diye rehâvete düşmeyin, gevşemeyin!.. Sonra tehlike büyür, çocuklarınız da elden gider, kendiniz de elden gidersiniz, kendinizi de kaybedersiniz. Çok çalışın, sıkışma yok diye gevşek durmayın!..

İMAN'IN VE İSLAM'IN KORUNMASI 2
Şimdi bozuk bir müslümanlık var muhterem kardeşlerim, bozuk bir İslâm anlayışı var. Bize Rasûlüllah'ın asr-ı saadetinin müslümanlığı lâzım! Onun için onları okumamız lâzım! Onları okuduğumuz zaman, biz Yirminci Yüzyıl'ın İslâm fedâileriyiz, Yirminci Yüzyıl'ın sorumlularıyız. Bu asır bizden sorulacak, bu asrı Allah sizlerden ve bizlerden soracak. Peygamber Efendimiz'in ashabı nasıl görevlerini yaptıysa, bu asırda İslâm hücuma uğruyor da savunulmuyorsa, sorumlusu biziz... Savunulması gerekiyorsa, savunmacısı biziz, sizsiniz, biz Müslümanlarız. Bizim Allah'ın dinini doğru öğrenmemiz lazım!.. Sübjektif değil de gerçek İslâm, objektif İslâm neyse, o İslâm'ı öğrenmemiz lâzım! Yirminci Yüzyıl'da Allah rızasını kazanmamız için, sahabe gibi çalışmamız lâzım, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım!..

RAMAZAN VE TAKVA EĞİTİMİ
Oruç takvâ içindir! Takvâyı öğrenmek için, sakınmayı, çekinmeyi öğrenmemiz içindir oruç...
İşte ramazan ayı da öyle mübarek bir aydır ki, takvâyı öğrenme ayıdır. Takvânın egzersizinin yapıldığı bir aylık kurstur. Bir ay sabahtan akşama nefsimize muhalefet ediyoruz. Akşam da sabaha kadar teravih namazı kılacağız, Kur'an okuyacağız, mukabeleye gideceğiz, teheccüd namazı kılacağız...
Geceleri kıyam, gündüzleri sıyam ile güzel bir çalışma içinde neyi öğrenmeye yönelik oluyor bu ibadetler, bu emirler?.. İnsanın takvâyı öğrenmesine yönelik oluyor.<

İSLAM'DA NEFİS TERBİYESİ VE TASAVVUFA GİRİŞ
Çağdaş toplumlar gerçek bir cahiliyet devri yaşıyor. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeye rağmen çağın insanı mutsuz ve muzdarip. Savaşlar, sömürüler, çılgınlıklar, zulümler, edepsizlikler, sefaletler, dengesizlikler, cinayetler, intiharlar, hastalıklar... İnsanlık özlediği huzur ve düzeni, eşitlik ve kardeşliği, insaf ve merhameti, anlayış ve sevgiyi nerede, ne zaman, nasıl bulacak?


TEBLİĞ VE İRŞAD ÇALIŞMALARI
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızâsını kazanmak için, bir müslümanın yapacağı hayırlar çok çeşitlidir. Hayır yolları sayılamayacak kadar çoktur. Fakat hayırların içinde en kıymetlileri, te'siri en geniş ve faydası en fazla olandır.
Bu bakımdan, Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan çalışmaların en şereflisi, en sevaplısı, en kıymetlisi irşad, ta'lim ve tebliğ hizmetidir. Peygamber SAS Efendimiz'in risâletinin asıl ağırlık noktası tebliğdir. (İn aleyke illel belağ) "Ey rasûlüm, senin vazifen tebliğ etmektir!" buyrulmuştur Kur-an'ı Kerim'de...
Onun için, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini ve Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini insanlara duyurmak vazifesi, sevapları en büyüğüdür.

TÜRK DİLİ VE KÜLTÜRÜ
* Çalışmanın Metodu
* Hafızanın Kuvvetlendirilmesi
* Dikkati Teksif
* Dinleme Sanatı
* Not Tutma Tekniği
* Okuma Sanatı
* Yazı, İmlâ, Noktalama
* İfade Sanatı (Kompozisyon)
* Sohbet Konuşmaları
* Yazışmalar
* Kültür Nedir?
* Kültür Emperyalizmi
* Milli Kültürümüz... gibi günümüz insanının her anını kuşatan bu prensipleri mutlaka öğrenmeli ve uygulamalıyız. Başarının sırlarını bu kitabımızda bulacaksınız

YUNUS EMRE VE TASAVVUF
Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun ta'kibcilerindendir. Yolu o açmıştır; Yunus Emre de, o yolda yürüyenlerden birisidir. Gerçekten, emsalsiz bir şairdir. Türk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en büyüklerinden, en başta gelenlerindendir.
Çok derin fikirleri çok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahip bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kısa cümleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimsedir.
İftihar edeceğimiz bir kimsedir. Sadece bizim malımız değildir, dünya kendisinin hayranıdır.

Burda Prof. Dr. Es'ad Coşan Hoca Efendiyi birazda olsa tanıtmaya çalıştım Rabbim Şefetlerine Nail eylesin.......(AMİN)


En son ZAHİD_46 tarafından Paz Tem. 06, 2008 5:39 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty M.Zahid Kotku (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 12:08 pm

İslam Alimleri... Mzkrha11cp7


Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş.

Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.

Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.

Ailesi

Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.

Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir Seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.

Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.

Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.

Tahsili, Askerliği

Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.

10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri

İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.

Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.

1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.

1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

Vefatı

Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubat'ında dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.

Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.

Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.

Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.

Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:

Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama,
"Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un, Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.

Ahlâk ve Şemâili

Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık eli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.

Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...

Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

Halil Necâtioğlu


M. Zahid Kotku Hazretlerinin Neşrettiği Bazı kitapları.....!

1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild) 9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
2. Cennet Yolları 10. Evrâd-ı Şerif
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild) 11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
4. Ehl-i Sünnet Akaidi 12. Yemek Âdâbı
5. Ana Baba Hakları 13. Zikrullahın Faydaları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild) 14. Özel Sohbetler
7. Nefsin Terbiyesi 15. Peygamber Efendimiz
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi 16.Tenbihler


En son ZAHİD_46 tarafından Paz Tem. 06, 2008 5:39 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Şehid Abdullah Azzam..Hayatı (Biyokrofisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 12:18 pm

ABDULLAH AZZAM

"Ey İslam davetçileri: Ölüm tutkunu olunuz ki size hayat bağışlansın
Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın!"

HAYATI

1941 yılında Filistin'in Siletül Hasiriye kasabasında doğdu Buradaki ilk ve orta öğretiminden sonra 1966'da Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi"ni bitirdi 1967'de Amman'da öğretmenlik yaparken Batı Şeria ve Mescid-i Aksa'nın yahudilerin eline geçmesi üzerine Müslüman Kardeşlerin Mücahid Birlikleri"ne katıldı Ancak Fedaiyyün ve Ürdün ordusu arasında meydana gelen kara eylül olayları yüzünden Cihadı sürdürmesine imkan kalmayınca 1969 yılında Usulü Fıkıhta master yaptı Amhud Şeriat Fakültesi"nde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Doktora yapmak üzere Kahire'ye gitti Kahire'de Usul-u Fıkıh dalından birincilikle mezun olup 1973'te doktorasını aldı 1973-1980 arası Ürdün Şeriat Fakültesi"nde Öğretim üyesi olarak bulundu Ürdün'den askeri yargıtay kararıyla sürülünce 1981'de Cidde Kral Abdulaziz Üniversitesi'nde çalışmaya başladı Burada istediği ortamı bulamayan Abdullah Azzam İslamabad'daki Uluslarlararası İslam Üniversitesinde ders verirken aynı zamanda yeni başlayan Afgan Cihadı ile yakından ilgileniyordu Bir süre sonra üniversitedeki görevini tamamen bırakarak Peşaver'e taşındı

Şehadetine kadar tüm ömrünü kâh cephede savaşarak, kâh Arap ülkelerinden gelen gençlerin eğitim kamplarında, kâh muhacirlerin kamplarında geçiriyordu Beytül Ensar adıyla (sonra Hidemat) açtığı büroda Arap ülkelerinden gelen gençleri ve yardımı organize ediyordu Mücahidlere yardım, Mücahid kervanlarının cephane taşımak için kiraladıkları hayvanların kirası ve yolda erzak almaları için maddi destek olma, Arap ülkelerinden gelen gençleri kamplarda sıkı bir eğitimden geçirdikten sonra fiili cihada yollama, Mücahidlerin ve muhacirlerin İslami eğitimi için gayret gösterme, dergi ve kasetlerde Afgan cihadını tanıtma yanında yazdığı eserlerle ümmete büyük hizmet veren bir alimdi

Buruc yayınlarında çıkan ve işte bu mücahidlere verilen derslerin kasetlerinden deşifre edilerek hazırlanmış olan "Tevbe suresinin gölgesinde Cihad Dersleri" adlı iki ciltlik kitap bu hizmetlerin nasıl bir şekilde yapıldığının açık bir göstergesidir Masa başında oturulup hazırlanmadığı için bizzat yaşanılarak oluşturulan bu kitap Müslümanların Cihad şuurunu kaybettikleri günümüzde, bu şuuru yeniden kazanmalarına vesile olacak bir kitaptır


Abdullah Azzam 24 Kasım Cuma günü her zaman namazını kıldığı "Seb'u'l-Leyl Camii" ne gitmek üzere evinden çıktı Amacı cuma hutbesini okumak ve cuma namazını kıldırmaktı İki oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte arabasına doğru yaklaştı Arabaya bindikten kısa bir süre sonra büyük bir patlama duyuldu 20 kilogram ağırlığındaki TNT'nin uzaktan kumandayla patlamasıyla araba anında parçalandı

Abdullah Azzam, oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte şehid oldu Şehidin cenazesine coşkulu bir kalabalık katıldı Meydana gelen büyük patlamayla, araba paramparça olmuştu Öyle ki patlamanın olduğu nokta derin bir çukura dönüşmüş ve olay yerine yakın olan elektrik hatları kopmuştu Rabbim şehadetini kabul etsin

Abdullah Azzam'ın vasiyetinden:

Yüce Allah'ın Rahmetine muhtaç Allah'ın kulu Abdullah Yusuf Azzam'ın vasiyetidir Kahraman komutan Celaleddin Hakkani'nin evinde ve Şubat 1406 Şaban ayının (20 Nisan 1986) Pazartesi ikindi vaktinde şu sözleri yazıyorum: Hamd yalnız Allah'ındır O'na hamdeder O'ndan yardım diler, mağfiretini isteriz

Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız Her kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur O bir ve tektir Şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasulüdür

Allah'ım senin kolay kıldığından başka kolay yoktur Sen dileyecek olursan zoru da kolaylaştırırsın

Allah yolunda savaşa çıkmamak konusunda nefse gerekçeler bulmak, nefsin kendisini uyuşturacak, bir takım gerekçeler bularak, Allah yolunda savaşmayıp, evinde oturmaya razı olması bir oyun, bir oyuncak edinmektir Daha doğrusu Allah'ın dini ile oynamak, onu oyuncak edinmek demektir Bizler Kur'an vasıtasıyla bu gibi kimselerden de yüz çevirmekle emir olunmuş bulunuyoruz Dinlerini oyun ve eğlence edinmiş dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bir kenara bırakın Cihad için gerekli hazırlıkları yapmaksızın geleceğe dair umutları gerekçe göstermek, zirvelere ulaşmayı ve oralara yükselmeyi arzulayan küçük nefislerin yapacağı işlerdendir Nefisler büyük olduğu takdirde, cesetler o muradı gerçekleştirmek için yorulur

Yani Allahualem bugün için, Allah yolunda savaşmayı terk eden kimseyle, namazı, orucu ve zekâtı terk eden kimse arasında hiçbir fark görmüyorum

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor O öyle bir Allah'tır ki, Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir Müşrikler hoşlanmasalar da"[Tevbe Suresi/32-33]...alıntı..
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Mevlana Celaleddini Rumi (Rh.a) Hayatı.... (Biyokrofisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 12:23 pm

Adı Muhammed, lakabı Celaleddin olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Mevlana diye meşhur olmuştur. Mevlana, efendimiz demektir. 1207 yılında Belh şehrinde doğdu, 1273 yılında Konya’da vefat etti. Kadiri tarikatında idi.

Soyu baba tarafından Hz. Ebu Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrahim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. Babası sultan-ül-Ulema Muhammed Behaeddini Veled büyük âlim ve Veli idi. Daha çocuk iken babasının kalbindeki feyizlere kavuştu. Beş yaşında iken kiramen katibin meleklerini, Evliyanın ruhlarını ve sokaktaki cinleri görürdü. (Nefehat)

Ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen cahiller uydurdu.

Farsça olan Divanında 30 bin, Mesnevi’sinde 47 bin beyt vardır. Daha bir çok kıymetli eserleri de bulunmaktadır.

Nakşibendi tarikatının büyüklerinden Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Mevlana Celaleddin, Evliyanın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet âlimlerinden idi) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Buhari’yi şerif ve Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sidir.) [Mekatib-i şerife m.107]

Yani, Evliyalık yolunun kemalatını bildiren kitapların en üstünü Mesnevi’dir. Evliyalık ve nübüvvet yollarının kemalatını ve inceliklerini bildirmekte ise, İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ının eşi yoktur. (S. Ebediyye)

Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir. Onda bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslamiyet’i tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hz. Mevlana’yı yalnız bir mütefekkir, şair, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlana’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hz. Mevlana’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi şöyle dile getirmektedir:Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ânın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.

Tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibadet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, Hz. Mevlana’nın vefatından 3-4 asır sonra meydana çıkmıştır. Halbuki o, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. 24 binden ziyade beytiyle dünyaya nûr saçan Mesnevî’sine, her ülkede, birçok dillerde şerhler yapılmıştır. En kıymetlisi Mevlana Câmi’nin kitabı olup, bunun da şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu ispat etmektedir.

Mevlevîlik, cahillerin eline düştüğünden, bunlar ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbadete, İslam dininin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. Hz. Mevlana, bırakın ney çalmayı, oynayıp dönmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde diyor ki:
Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb
Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.

Manası şudur:
O halde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste
Dudağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle.

Bugün, bu tasavvuf üstadının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini görenler, işin gerçeğini bilmeyenler, bu mübarek zatın çalgı çaldığını, bu aletlerin onun olduğunu zannetmektedirler. O hakikat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara elbette itibar etmez. Zaten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır.

Hikmet dolu sözlerinden bazıları şunlardır:

Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lazımdır.

Helal kazanıp helalden yemelidir. Her hareketi Resulullah efendimize uydurmalıdır.

Tenhada, yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.

Nefsi mağlup etmek için, onu terbiye etmeli. İstediği her şeyi vermemeli. En tesirlisi, oruç tutmak, az uyumak ve gece namaz kılmaktır.

Hakiki bir âlime teslim olmalıdır.

Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkun. Günahlardan sakının. Az yiyip, az uyuyun, az konuşun. Çok oruç tutun. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terk edip, sefihlerle, cahillerle mücadele etmeyin. Onlarla oturup kalkmayın. Hep iyi insanlarla beraber olun. Ya hayır konuşun veya susun. İnsanların sıkıntılarına sabredin. Bilin ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Oğlu Sultan Veled'e nasihatlerinde şöyle buyurdu:
"Ey oğlum! Her zaman ilim, edep ve takva üzerine bulun. Her zaman din büyüklerinin eserlerini oku, Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan ayrılma. Fıkıh öğren, cahil sofulardan olma. Namazı her zaman cemaatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir. Makâm mevki düşkünü olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemelik işin olmasın. Kimseye kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilip de yalnız kalma. Çok konuşma. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden aslandan kaçar gibi kaç. Kadınlardan sakın. Zenginlerle oturup kalkma. Helal ye ve şüphelilerden kaç. Dünya malına kapılma. Dünya arzusu dinin yok olmasına sebep olur. Çok gülme, çok gülmek kalbin ölümüdür. Herkese şefkatli ol. Dışını süsleme. Dışın süsü; için, kalbin, ruhun harap olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücadele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Ulemaya, evliyaya, mal ve canla hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini, kerametlerini inkâr etme. İnkâr eden mahrum kalır.”

Talebelerine de buyurdu ki:“Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmeli. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibadetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalı. Hep helâli istemelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Bunu özellikle istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremez.”

Menkıbelerinden birkaçı

Haydi ters cevap ver
Âlim bir zat, "Bugün Mevlana, tertip edilen bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim" dedi. O sırada Hz. Mevlana kapıdan içeri girip buyurdu ki: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah diyorum. Haydi, ters cevap ver bakalım.

Bu hâli gören o kibirli âlim, tevbe edip üstadın elini öperek sadık talebelerinden oldu.

Ona layık ibadeti kim yapabilir
Hanımı anlatır:
Bir gün namaza durdu. Kur'an-ı kerim okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evdekilerle birlikte onun bu hâline hayretle bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip duasını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi, biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tembel hâlimizle kıyâmette ne yaparız” dedim.

Yemîn ederek şöyle söyledi:
Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî demek istiyorum. Yoksa Ona lâyık bir ibadeti kim yapabilir?

Sen kurt oluyorsun
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, onu ziyarete gelmişti. Hz. Mevlana ona sultanlara gösterilen iltifatı göstermedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu ile; "Efendim, bana nasihat edin" dedi.

Sultana şunları söyledi:
Sen nasihatten anlar mısın? Sana, kuzulara çoban ol denmiş, sen kurt oluyorsun. Sana, insanlara bekçi ol denmiş, sen hırsız oluyorsun. Seni sultan yapan Allahü teâlânın değil de, şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.

Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tevbe etti; Yâ Rabbî, Mevlana bana senin adına söyledi. Ben zavallı kul da sana yalvarıyorum. Bana acı ve beni doğru yolda bulundur diyerek pişmanlık içinde oradan ayrıldı.

Bu altınları çamura atın
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Hz. Mevlana'ya beş kese altın gönderdi. Talebelerinden Mecdüddîn, altınları arz edince; Hz. Mevlana, "Beni seviyorsan, bu altınları dışarıdaki çamurun içine at" buyurdu. Emir hemen yerine getirildi.

Dünyâya düşkün olan kimseler bunu duyup, çamurun içinde altınları aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi.

Hz. Mevlana, talebelerine onların bu durumlarını göstererek buyurdu ki:
Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibadetlerden alıkoyar. Dünya için çalışmayın demek istemiyorum. Dünya malının sevgisini kalbinize koymayın diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmak lazım gelir. Burada dikkat edilecek nokta; hırsa kapılmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyada, ahiret saadeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslamiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermaye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak ahirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye, mal, mülk, para sahibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sahibi olmaktır.

Altın yapma ilmi
Bedreddîn Tirmizi isimli bir zat, simyâ ilmi ile uğraşırdı. Hz. Mevlana'nın ismini duyarak Konya'ya ziyaretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan her gün bir miktar Mevlana'nın talebelerine vereceğini vaat etti. Bu haberi Mevlana'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle altın yapmaya çalışıyordu. Mevlana'nın geldiğini görünce, ayağa kalktı. Mevlana, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeye başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyanın som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü.

Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce Hz. Mevlana ona buyurdu ki:
Kardeşim, simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen ahirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle beraber ahirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, yani Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur.

Mevlana’ya havale olundu
Sultan Mahmud’un saray nazırlarından Halet efendi, mevlevi idi. Mevlana Halid-i Bağdadinin şöhret ve itibarını çekemeyerek kendisini halifeye çekiştirdi ve (Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lazımdır) dedi. Sultan Mahmud da (Gerçek din adamlarından devlete zarar gelmez) diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bunu işitince, halifeye hayır ve selametle dua edip (Halet efendinin işi, piri Celaleddin-i Rumi hazretlerine havale olundu. Onu huzuruna çekip, cezasını verecektir) buyurdu. Az zaman sonra sultan Mahmud han, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idam olundu.

Bir duasıEy affı çok olan, günahları örten Rabbim, o günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.

Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyacını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.

Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini çeksin.

Yâ Rabbî, hâlimize göre muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre muâmele et.

Kerem ve lütfünle hidâyet ettiğin kalbi tekrar sapıklığa meylettirme.

Yâ Rabbî, dua ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."


Hazret-i Mevlana
Konya’dan çıkarken, ne gelmişse kalbine
Şam'a gidecek iken, uğradı Nusaybin'e.

Zangoçlar ve papazlar, haçlara tapıyorlar
İstidraç ve sihirle, halka şov yapıyorlar

Ters ters baktıktan sonra, hazreti Mevlana'ya,
Bir erkek çocuğunu, uçurdular havaya.

Mevlana Celaleddin, bir duâ etti o an,
Havada kala kaldı, inmedi yere oğlan

Korkudan ağlayarak şöyle dedi o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!”

Papazlar ve zangoçlar yere serdi gocuğu
Hiç biri indiremedi, havadan o çocuğu.

Çocuk bağırıyor hep: "Bu öyle değil kolay
O zâtın duâsıyla, oldu bu tuhaf olay.

Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helak olurum, yere düşüp buradan."

Papazlar mecbur kalıp, yalvardılar kaç kere,
Dediler: "Duâ et de, çocuğu indir yere."

Buyurdu ki: "Nereye varır bu işin sonu?
Kelime-i şehâdet, kurtarır ancak onu."

Korkup bekleyen çocuk, sevindi bu habere,
şahâdeti söyleyip kolayca indi yere.

Papazlar şahit oldu, böyle bir keramete
İnsaf edip hepsi kavuştu hidayete
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Muhammed İkbal (Rh.a) Hayatı...(biyokrofisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 12:26 pm

Muhammed IKBAL

(1873-1938)


1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur. Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu. Geçimini ise çalisarak elde ederdi. Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi. Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi. Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi.

Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi. Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi. Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi. Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi.

Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi. Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu.

1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu.

Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti. 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi.

Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.

Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi.

Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi.

Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur. Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum. Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu.

Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti. Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti.

Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti. Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir.” seklinde idi.

Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti.

1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti. Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir. Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur. Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:

“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak

Müminin alametlerindendir‚

Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu.

Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti.

Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti. Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir.

Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti. Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti.

Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi. O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi. Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çikmaktadir.

IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI

Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir. Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:

1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi. Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi. Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir. Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir. O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir.

Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek . tek hükümet Islâmdir. Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi.

Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu. Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu. Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:

Hak olan ezan devamli aralarinda olan

Islâm ümmeti ebedi kalacaktir.

La ilahe illallah‘in askindan kalbler

tutusmaktadir.”

Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü. 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:

Göz yasiyla degil kan akitarak agla.

Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir.

diyerek aglamistir. 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti.

Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:

Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir.

Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir.

Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi. Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir. · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi.

Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti. O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu. Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi. Bu medeniyet islah etme ve merhamet

etme özelligine sahip degildi. Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi.

Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler. Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi. Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu. Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:

“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum."

2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir. Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir. Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu. Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi.



Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi. Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir. Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:

“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama. Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah‘a güven ve çalis. Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü. O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti.”

Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez. Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir.

Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder. Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir. Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi. Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti.

3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi. O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu. Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir. Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir siirinde söyle diyor:

“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur.

Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur.”

Iste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir. Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir. Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir. Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir.

Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir.

O bu çalismalari esnasinda hiç bir zaman herhangi bir irki taassuba düsmemistir. Müslümanlar için muayyen bir topragin olmayacagini esasta Islâmin tatbik edildigi yerin müslümanin vatani olduguna inanarak söyle derdi:

“Irkçilik taassubu Islâm ümmeti arasindaki irtibati ve Islâmi iliskileri kesmistir.”

Iste Hindistan‘da yasayan müslümanlar için müstakil bir Islâmi devletin olmasini, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanlari bagrina basmasi gerektigini söyleyerek, Pakistan‘in kurulusuna temel hazirlayanlardan birisi olmustu. Ikbal‘in çalismalarinin neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yil sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulmasi olmustur. Çünkü bu devletin kurulmasiyla birlikte Hindistan‘da bir taraftan hindularin zulmü altinda ezilen, diger taraftan Ingilizlerin sömürgesi altinda olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavusmuslardi.

Pakistan Islâmin hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmustu. Elbette orada müslümanlarin sözü geçmeli ve huzur bulmaliydilar. Gerçi Pakistan kurulusundan simdiye kadar bir çok olumlu asamalar geçirmistir ama henüz arzu edilen seviyeye ulasmamistir.

Pakistan‘in kurulusu hakkinda bir arastirmacinin dedigi gibi, kisa sürede devlet olan ve islah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan‘in Islâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz.

Allah rahmet etsin.
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Süleyman Hilmi Tunahan (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 5:23 pm

İslam Alimleri... Slayt1pf4ts7


HAYATI:
Adı Süleymân Hilmi, soyadı Tunahan'dır.
Babası zamânın müderrislerinden Hâfız Osman Efendidir. Soyu FâtihSultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tâyin ettiği ve kendi kızkardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306)senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesindeİstanbul'da vefât etti. Karacaahmed Kabristanındadır.
Babası Osman Efendi tahsîliniİstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesindeyıllarca müderrislik yaptı.
İlim ehli ve fazîlet sâhibibir âiledendünyâya gelen SüleymânHilmi Tunahan, ilk tahsîlini SilistreRüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlinitamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesinekaydoldu. Fâtih dersiâmlarından ve o devrin meşhûr âlimlerinden BafralıAhmed Hamdi Efendi (BüyükHamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti.Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Dahasonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzereSüleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısînin tefsîr vehadîs kısmına devâm etti.
Son derece parlak bir zekâya sâhib olanSüleymân Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'denbirincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (HukukFakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirîilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul'da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerinkapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul'unSultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibibüyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir veyasaklarını anlattı.
Aşağıdakibölümler Evliyalar Ansiklopedisinde yer almamaktadır, farklıkaynaklardan temin edilmiştir.
SÜLEYMANHİLMİTUNAHAN (K.S.) HAZRETLERİ’NİN KRONOLOJİSİ (3)
1888/ 1304 - Miladi/ Rumi Süleyman Hilmi (k.s.)Efendi, Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyayageldi.
1913 / 1329 -Darü’lHilafeti’l Aliyye MedreseleriKısm-ı Ali (Sahn) Medresesine girdi.
1915 / 1331 - 3.sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88puanla bitirdi.
Eylül 1916 / Eylül 1332 -4. sınıfı 80 üzerinden 76puanla bitirdi.
30 Eylül 1916 / 17 Eylül1332 –Medresetü’l-Mütehassisin’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadisbölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa Medresesine kaydoldu.
1918 İstanbulMüderrisliği Ruûsuna tayin edildi.
27 Mayıs 1919 SüleymaniyeMedresesininTefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olanFerhatlar’ı son defa ziyaret ederek40 gün kaldı.
1927 BabasıO smanEfendi vefat etti.
1936 Mürşid-iKamil olarak vazifeye başladı.
1939 İlk defa tevkifedilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği birkaç talebeye ilim öğretmeyebaşladı.
1944 İkincidefatevkif edildi. Birinci şubetabutluklarında, 8 gün işkenceye tabi tutuldu.
1949 Kur’ân kurslarının açılmasına, sınırlı daolsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretlerinin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1950 Vaizlikbelgesiiade edildi.
1951 SüleymanEfendi(k.s.), Şehzadebaşı’ndanKısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da,Konya Lezzet Lokantası sahibiMustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursufaaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da AzizMahmud Hüdayi Hazretlerinin Çilehanesinin yanında ilk resmi Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 CezâyirMüslümanlarının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, vaazlarında "Müslüman kardeşlerimize duâ edelim" dediği için, defalarca karakola çağrıldı veifadesi alındı.
1957 Bursa’datertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
16 Eylül 1959 İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i Seâdetlerinde, 72 yaşında ahirete intikâl ettiler.
Tasavvufyolunda Selâhüddîn ibni MevlânâSirâcüddîn Efendinin sohbetlerine devâm ederek yetişti. Süleymân HilmiTunahan'ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı KemâlKaçar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek'e verdiği notlardan birbölümüşöyledir:
"Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehlinemâlumdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, birinsan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığıhalde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisininmânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleriüzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî vekevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıylamüşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfunamazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddînibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânîhazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâetmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiyeederiz."
Zâhirî ve bâtınî yönden yüksekderecesâhibi olan SüleymânHilmi Tunahan, îtikâdda Ehl-i sünnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sünnetvel-cemâate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ilevâz ve sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-isünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.
Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlaraanlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olanSüleymân Hilmi Tunahan 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (1,2)
Rabbim Rahmet Eylesin Şefeatlarına Nail Eylesin....(AMİN)


En son ZAHİD_46 tarafından Paz Tem. 06, 2008 5:28 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Elmallı M. Hamdi Yazır..(Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 5:27 pm

Cumhuriyet dönemine yetişmiş son dönem Osmanlı ulemasından olan Elmalılı Hamdi Yazır, hazırladığı Kuran-ı Kerim tefsiri ile herkes tarafından tanınmıştır.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Müslüman Türk halkının İslam dinini daha iyi anlayabilmesi için büyük çabalar sarf etmiş bir İslam alimidir. 1877 yılında Antalya'nın Elmalı ilçesinde doğmuştur. Babası, Elmalı Mahkemesi'nde başkatiplik yapan Numan Efendi'dir. Annesi ise Elmalı alimlerinden Mehmet Efendi'nin kızı Fatma Hanım'dır.

Memleketinden ötürü "Elmalılı" olarak anılmış, soyadı kanunu çıktıktan sonra da "Yazır" soyadını almıştır. İlk öğrenimini Elmalı'da tamamladıktan sonra 1892 yılında İstanbul'a gelmiş ve o dönemin alimlerinden Kayserili Mahmut Hamdi Efendi'den dersler almıştır. İstanbul'daki diğer tanınmış hocaların da derslerine devam ettikten sonra, 1906 yılında "Bayezit dersiamı" (Osmanlı döneminde camilerde ders vermeye yetkili kişi olan profesör) olarak diplomasını almıştır. Aynı yıl yapılan seçimlerde Antalya Milletvekili olmuş ve II. Meşrutiyet'in bu ilk meclisinde, özellikle 1876 "Kanun-i Esasi" sinin (anayasanın) değiştirilmesinde önemli rol oynamıştır.

1909 yılında, günümüzde Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak bilinen Mülkiye Mektebi'nde ve yine aynı yıllarda Hukuk konusunda dersler vermiştir. Daha sonra Bediüzzaman Said Nursi, Mehmed Akif gibi meşhur simaların üyesi olduğu Şeyhü'l-İslâmlığa bağlı Yüksek Müşavere Heyeti üyeliğine ve bir müddet sonra da başkanlığına tayin edilmiştir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Vakıflar Bakanlığı görevini yapmıştır.

Cumhuriyet'in ilanı ile çalışmalarına yirmi yıl kadar evinde devam etmiştir. Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal ******'ün isteği üzerine, Türk Milletinin dini kaynağından öğrenebilmesi amacıyla "Hak Dini Kur'an Dili" tefsirini hazırlamıştır. Türk İslam tarihinde çok önemli bir yeri olan bu eser, Elmalılı Hamdi Efendi tarafından yirmi yılda tamamlanmıştır.

Önemli bir birikim ve kültüre sahip olan Elmalılı Hamdi Efendi, Türkçe'nin yanında Arapça ve Farsça ile şiir yazacak kadar üst seviyede bir bilgiye sahipti. Ancak yazılarında sade bir Türkçe kullanmaya gayret göstermiştir.

Uzun bir süre felsefe ile de ilgilenen Elmalılı Hamdi Yazır, Batılı yazarların bazı eserlerini tercüme etmiştir. Bu eserlerde ileri sürülen konulara eleştirel yaklaşım sergileyen Elmalılı Hamdi Efendi, felsefe ve din arasında cereyan eden tartışmalara çözüm bulmaya çalışmıştır. Filozofların gerçeği kavrayamadıklarını belirtmiş, akıl ile iman bütünleştiği zaman gerçeğin kavranıp doğrulanabileceği fikrini savunmuştur. Bu yolla Yüce Allah'ın yaratış delillerinin anlaşılacağını belirtmiş; evrende mevcut olan ve insanları hayrete düşüren sanat eserlerinin yanında, canlı ve cansız varlıkların da Allah'ın varlığına delil teşkil ettiğini vurgulamıştır.

Uzun zaman devam eden kalp yetmezliği rahatsızlığından ötürü 27 Mayıs 1942 tarihinde Erenköy'de vefat eden Elmalılı Hamdi Yazır'ın naaşı Sahrayıcedid Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından oluşturulan bir kurul, Yüce Kuran'ın tercüme edilerek Türk halkına sunulmasına karar verdi. Kuran-ı Kerim'in tefsiri konusu Elmalılı Hamdi Yazır'a teklif edildi. Elmalılı Hamdi Yazır, Kuran-ı Kerim tefsirini uzun yıllar boyunca evinden çıkmadan, büyük bir titizlikle hazırlamış, meali ve tefsiri birlikte oluşturmuştur. Elmalılı Hamdi Efendi'nin "Hak Dini Kuran Dili" adlı eseri, bu alanda ilmi bir değere sahip olan ilk eser olması sebebiyle çok önemli bir eserdir. Bu eser birçok İslami ilimler, modern bilim ve fikirler açısından da zengin bir bilgi birikiminin ürünüdür.
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Ömer Nasuhi Bilmen (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 5:32 pm

ÖMER NASUHİ BİLMEN....!

1883'te Erzurum'un Salasar köyünde doğdu. Babası Hacı Ahmet Efendi, annesi Muhibe Hanım'dır. Küçük yaştayken babasının vefat etmesi üzerine, Erzurum Ahmediyye Medresesi müderrisi ve nakibüleşraf kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi'nin himayesine girdi. Amcasının ve Erzurum müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi'nin rahle-i tedrisinden geçti.
İki hocası da yakın aralıklarla ölünce, 1908'de İstanbul'a giderek derslerine devam ettiği Fatih dersiamlarından Tokatlı Şakir Efendi'den icazet aldı. Ders Vekâleti'nce açılan imtihanı kazanarak 1912'de dersiâmlık şahadetnâmesi aldı. Bu arada okumakta olduğu Medresetü'l kudat'ı da bitirdi. 1912 yılının eylül ayında Bayezid Medresesi dersiâmı olarak göreve başladı. 1913'te Fetvahane-i Ali müsevvid mülazımlığına tayin edildi. Bir yıl sonra başmülazımlığa terfi edildi. 1915'te Heyet-i Te'lifFiyye üyesi oldu, 1922'de bu dairenin kaldırılması üzerine dersiamlığa devam etti.
1943'te İstanbul müftülüğüne getirildi. 30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı. On ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin Türkçe ezan ve daha birçok konuda Diyanet İşleri Başkanlığı'nı politik amaçlarına alet etmek istemesiydi. Ömer Nasuhi Bilmen de, selefleri gibi dini meseleler konusunda asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti. Nitekim, 1960'lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara: "Bozulmayan bir dinde reform mu olur" diyor ve İslam'ın ortaya koyduğu iman, ahlak ve hukuk ilkelerinin orijinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu.
Uzun memuriyet hayatı boyunca öğretmenlik hizmetinde de bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Darüşşafaka Lisesi'nde yirmi yıla yakın bir süre ahlak ve yurttaşlık dersi okuttu. İstanbul İmam Hatip Okulu'nda ve Yüksek İslam Enstitüsü'nde usul-i fıkıh ve kelam dersleri verdi. Hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı. 12 Ekim 1971'de İstanbul'da vefat eden Ömer Nasuhi Bilmen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğine defnedildi.
Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul müftülüğüne tayin edildiği tarihten itibaren vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse sâmimi dindarlığı ve tevazuu ile dini konularda ülke insanının başlıca güven kaynağı olmuştu. Ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatle temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında kalmasının da önemli bir rolü vardır. Arapça ve Farsça'yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, bir ara Fransızca'ya da merak sarınış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti. Kendisi Erzurum ağzı ile konuştuğu halde eserlerinde kullandığı üslup ağdalı fakat mükemmel denebilecek kadar sağlamdır. Gençliğinde yazdığı Türkçe ve Farsça şiirlerinde de duygu, düşünce ve ölçü açısından oldukça başarılıdır.
Hayatının büyük bir kısmını telifle geçiren ve temel İslami ilimler alanında çok sayıda eser veren Ömer Nasuhi Bilmen'in başlıca eserleri şunlardır:

Latin harflerinin kabulünden sonra Türkiye'de İslam hukuku alanında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran Hukuk-ı Islamiyye ve Islahat-ı Fıkhıyye Kâmûsu; mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslam hukuku kitabıdır. Onun Türkiye çapında tanınmasını sağlayan diğer önemli bir eseri de, Büyük İslam İlmihali' dir. Günümüz gençliğinin anlayabilmesi için sadeleştirilmiştir. Diğerleri ise;

1-Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi
2-Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Tefsiri,
3-Büyük Tefsir Tarihi,
4-Kur'an-ı Kerim'den Dersler ve Öğütler,
5-Sure-i Fethin Türkçe Tefsiri
6-İ'tilâ-yı İslam ile İstanbul Tarihçesi,
7-Hikmet Goncaları,
8-Muvazzah-ı İlm-i Kelâm,
9-Mülahhas İlm-i Tevhid
10-Akaid-i-İslamiye,
11-Yüksek islam Ahlakı,
12-Dini Bilgiler'dir.

Ömer Nasuhi Bilmen'in ayrıca gençlik yıllarında Farsça olarak yazıp Türkçe'ye çevirdiği Nüzhetü'l ervah adlı bir divançesiyle,İki Şükûfe- i Taaşşuk adlı bir de, romanı vardır.
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Şahu Nakşibend Muhammed Bahaüddin Buhari (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Paz Tem. 06, 2008 5:37 pm

Şah Nakşibend Muhammed Bahâüddin Buhârî (k.s.)
HİLYE PÂK-İ ŞÂH-I NAKŞİBEND

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân'a gelen Emir Külâl, Bahâeddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.

Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren "Hacegân yolu"nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni'nin üveysi müridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba Simâsî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. Suhâr'da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl'in halifesi Arif Dikgirâni'nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ'nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton'a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî'den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend'in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz'a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ'yı müridleriyle Nişabur'a gönderdi. Kendisi Herat'a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur'da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv'e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ'ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat'a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan'a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki "Şâhlığını" yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ'nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı ârifan'da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk'a yürüdü.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu't-tâlibin'in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi'nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O'nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı "üveysî" mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: "Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi'den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk'a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid'atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."

Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Sordular:

- Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir

Şâh-ı Naşkbend buyurdu:

- Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk'ın ikrâmıdır.

- Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

- Hayır, yoktur.

- Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

- Bizim tarikatımızın esası "halvet der-encümen"dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. "El kârda, gönül yârda" olmaktır. Nitekim Kur'an'daki: "Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır" (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: "Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız." Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:

O'nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend'e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: "Allaaaah!" diye haykırdı. O şunları söyledi: "Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok."

NEFS KONUSUNDA

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: "Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir."

"Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran" hadisindeki nefs, "mutmeinne" derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur'an'daki: "Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ" (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı" imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı "nefs", yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî'nin buyurduğu gibi, "Nefsini bırak da gel" şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:

- Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:

- Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk'ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk'ın huzurunda bilmek.

MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine "Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?" diye soran birine: "Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz." diye karşılık verdi.

Kur'an'daki "Ey müminler Allah'a inanın" (en-Nisâ, 4/136) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki'yi isbat etmektir" diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki "Lâ ilahe" tabiat putunu nefydir. "İllallah" gerçek mabûdû isbâttır. "Muhammedun Rasûlullah" Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını "sohbet" olarak tanımlamıştır. "Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem'iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur."

HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf

buyurdukları "Evrâd-ı Bahâiyye" sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.

Buhârâ'da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.

-kaddesallahu sirrahu'l-Aziz-
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Yahyalı Hacı Hasan Efendi (K.s) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:06 pm

Şemaili

Orta boylu, buğday benizli, kaşları hilal gibi, alınları pırıl pırıl, latif bir simaya sahip idi.

***

Hacı Hasan Efendi (ks.) 1914'de (H. 1339) Kayseri'nin Yahyalı İlçesi, Kavacık Mahallesi 'nde dünyaya gelir. Büyük dedesi seyyidlerden Hacı Osmanzade, dedesi Hacı Ahmed Efendi, babaannesi de Halime Hanım'dır. Babaları, Erbilli Muhammed Es'ad Efendi Hazretleri (k.s.)'nin halifesi Mustafa Hulusi Efendi, anneleri de Baba Hocalardan H. Mehmed Hoca'nın kızı Ayşe Hanım'dır. Her iki yönden, Peygamberimiz (s.a.v.)'in nur nesIine dayanan asil bir ailedendir.

***

Çocukluk Dönemi
Yakinen tanıyanların ifadesine göre, üç yaşında, başından geçenleri
hatırlayacak kadar keskin bir zekaya, ruhunun derinliklerinde taşıdığı ulvi seciye ve yüksek karakteri aksettiren bir olgunluğa sahipti. Kötü söz duyulmazdı ağzından. Kimseyle dövüşüp çekişmez, kötü ahlak sahibi çocuklarla oynamazdı. Arkadaşlarıyla oynarken dizdiği taşlarda bile bir düzen, bir intizam bulunurdu. Altı-yedi yaşlarında mahallenin yakınındaki Deve kayası denen bir taştan düşüp ayağı kırıldığında duygularını şu dörtlüklerle dile getirmiştir:
Tıfl iken cezbe buldum
Musibetle ihtila oldum
Şükür olsun sabır kıldım
Hamdimiz Mevlaya olsun
Cesedim kayadan düştü
Ciğerim yandı tutuştu
Mürşidim geldi yetişti
Hamdimiz Mevlaya olsun
Sabi idim sabreyledim
Her daim şükreyledim
Allah'tan hediye bildim
Hamdimiz Mevlaya olsun



***

Gençliği

On dörtte vurdular manevi aşı
Durmadan akardı gözümün yaşı.

dizeleriyle başlayan şiirlerinden anlaşıldığına göre, on dört yaşında babalarından ders alarak fiilen tasavvuf yoluna girerler. Dersler... Zikirler... Sohbetler...

Kılavuz Hafız isimli bir arkadaşı can dostudur. Her dem beraberdirler... Allah için sevmenin, O (c.c.)'nun için dost olmanın örneğini sergilerler. Mustafa Hulusi Efendi'yi, maddi anlamda bir baba olmaktan öte, manevi bir baba, bir önder olarak çok sevmişlerdi. İkaz anlamı taşıyan ciddi bir üslupla, "Hasan!" dese, gayretinden bayılacak gibi olurlardı.
Giyim, kuşam ve temizlik konusunda da son derece dikkat1iydiler. Dışlarında da içlerindeki gibi bir düzen ve tertip hakimdi. Bir süre, zamanın alimlerinden Mustan Hoca Efendi'nin fıkıh derslerine katılırlar. Oldukça zeki ve kabiliyetlidirler. Bir gün Kılavuz Hafızla birlikte Adana'ya giderken başlarından şöyle bir olay geçer:
Akşam üzeri Niğde hudutlarında bir köye ulaşırlar. Gece orada misafir kalmaları gerekir. Akşam ezanı sırasında köyün camiine giderler. İmam, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden, herkese tepeden bakan bir adamdır. İmam, ezanı okuyup inerken, avluda bekleyen tanımadığı gençleri görünce duraklar. Tuhaf tuhaf yüzlerine bakar. Sonra da "in misiniz, cin misiniz?" der gibi, "Necisiniz?" diye sorar. Bu garip davranışa Hadis-i Şerif'le cevap verir Hacı Hasan Efendi: "Mü'minin ferasetinden sakınınız! Çünkü o, Allah'ın nuruyla nazar eder." Hoca beklemediği bu cevap karşısında şaşkına döner fakat inadından vazgeçmez. illa bilgiçliğini ortaya koymaveyakarşısındakini mat etme çabasındadır. Akşam misafir oldukları evde, köylülerin yanında yine sataşır imam. Sigaranın hükmünü sorar ve imtihan eder aklınca. Fakat aldığı anlamlı cevaplar karşısında, daha fazla rezil olmamak için çareyi kaçmakta bulur. Ve Efendi Hazretleri bu olayı -daha sonra hikaye ederken- tevazuen Yunus Emre'nin aşağıdaki mısralarıyla yorumlarlar:

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu

***

Evlenmesi
Babaları Şeyh Mustafa Efendi, ~Adana yöresinden Ali Hoca isimli bir ilim talibi ile Yahyalı'da, Yahya Efendi Medresesi'nde tahsil görürler. Ali Hoca çok saygı duyduğu Mustafa Efendi ile akraba olmak ister ve Şeyh Mustafa Efendi 'nin kitabının arasına bir kağıt bırakır. "Kızımı, oğlun Hasan'a vermek istiyorum." yazılıdır kağıtta. Konu aile meclisinde konuşulur. Fiziki cazibesi, edebi, ahlakı ve asaleti sebebiyle Hacı Hasan Efendi (ks.)'ye kızını vermek isteyenler çoktur. Ancak Mustafa Efendi, Meryem Hanım' ı oğluna alarak, onu, göçebe hayatın zor şartlarından kurtarmak istemektedir. Anneleri de uygun görür. Böylece evlilik kararı verilir. Fakat Ayşe Hanım, kıymetli evladının mürüvvetini göremeden, düğünden altı ay önce vefat eder. Edeb ve haya timsali muhtereme Hanım, ileride Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretieri (ks.)'nin de ziyaret edeceği Yahyalı Derebağ Kasabası'nda meftundur.

Diğer taraftan Ali Hoca kızını bizzat kendisi getirir. Birkaç ay nişanlılık döneminden sonra düğün yapılır. Çeyiz eşyası; bir yorgan, halı, heybe, yastık ve birkaç parça kabdan oluşmaktadır. Halen hayatta olan; üç erkek, dört kız evladı bu evlilikten olmuştur.

***

Askerliği
1939 yılında askere giderler. İlk durak Adana-Dörtyol. Kışlaya teslim olmadan önce Sami Efendi Hazretleri (ks.) ile görüşüp dualarını alırlar. Dörtyol'da ricalullahtan Fırıncı Mehmet Efendi ile tanışırlar. Askerlik yaparken bile manevi hizmetlerden geri kalmamışlardır. Zaman zaman komutanlarından izin alınarak camilere vaaz u nasihate götürülür, dua ettirilir, cemaat içinden ağlayanlar, inleyenler, bayılanlar olur.
O sıralarda Sami Efendi Hazretleri (ks.)'ne kutbiyet makamı verilir. Hacı Hasan Efendi (ks.) bunu manen hissedip beyitler yazar.

Daha sonra İstanbul Yalova'ya dağıtım yapılır. Askerliği boyunca inancından taviz vermemiş, herkesle güzel geçinip takdir toplamışlardı. Hacı Hasan Efendi (ks.) hiç izin kullanmadan askerliğini bitirirken, komutanlarına atfen yazdığı veda şiirini okuyunca; komutanları böyle bir askerden ayrılmanın üzüntüsünü yüreklerinde derinden hissederler.
Memleketine dönüşünde büyük bir sevinçle karşılanır. Derin sevgilerini ifade eden şiirler yazar sevenleri.

***

i

Hastalığı ve İrtihali
Cenab-ı Hakk sevdiklerine derdi çok veriyor; Efendi hazretlerinin de bir çok rahatsızlıkları olduğu halde hizmetlerini ihmal etmemeye çalışıyorlardı. Doktora ve ilaca başvurmakla beraber tabii tedavi metotlarını uygularlardı. Romatizma çin Ilgın, Haymana ve Bursa kaplıcalarına giderlerdi.
1976'da şeker hastalığından ciddi bir şekilde rahatsızlandılar. Şeker 450'ye çıkmış; fakat Efendi Hazretlerinde davranışlar ve konuşma normaldir. Doktorlar hayret içinde: "Bu şekerle bu denge mümkün değil!" derler. 15 gün Ankara Numune Hastanesi'nde tedavi görürler. Akın akın ziyaretler olur, hastalarda ve hasta bakıcılarında güzel değişmeler meydana gelir. 1982'de Ankara'da gözlerinden katarakt ameliyatı olurlar. 1984'den itibaren kendilerine sık sık şeker ve kalp tedavisi yapılır, zaman zaman hastanede yatarak tedavi görürler.

Kayseri Tıp Fakültesi hastanesinde kalbinden rahatsız olarak yatarken, başına toplanan tıp öğrencilerine, ziyaretçilere ve hizmet eden hastane personeline sohbet etmeyi dini öğütler vermeyi de ihmal etmiyorlardı.

Hastanede ziyaret edip de; serumlar, iğneler takılı bir vaziyette gören ve kendisini çok seven asker arkadaşı Dereköylü Ömer Amca gözyaşları içinde Cenab-ı Hakk'a yalvarır, derin bir samimiyet, coşkun bir muhabbetle:
"Allah'ım! Benim ömrü mü al, Efendime ver. O'nu bu durumdan kurtar!" diye niyazda bulunur. Ve-ertesi gün Ömer Amca aniden beklenmedik bir şekilde vefat eder..
1987 yılı. Efendi Hazretleri Kayseri Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yoğun bakımdadır. Doktorlar her türlü imkanlarını kullanmışlar ancak fazla bir değişiklik olmamaktadır. Durumları kritik olduğu halde ısrarla hastaneden çıkmak istemektedirler.

Ve 27 Ocak 1987 yılı akşam saat 22.00.
Yatmakta olduktan bir ihvanın evinde, ellerini açarak, dudakları
kıpırdayarak dünya hayatına veda ederler.

Acı haber derhal duyulur. Ertesi günden itibaren Türkiye'nin dört bucağından dalga dalga insanlar Yahyalı'ya akın eder.
Muazzam bir kalabalığın ve bir çok seçkin insanın katıldığı cenaze namazından sonra kendilerinin yaptırdığı Yahyalı Kavacık Mahallesi'ndeki Kalender Camii'ne defnedilirler. Allah cümle meşayıh-ı kiramın şefaatlerine mazhar kılsın.

***

Silsilede emaneti Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerinden almıştır. "Kalemdar" diye anılır...
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty İskilipli Atıf Hoca (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:11 pm

Iskilipli Atif Hoca

Atif Hoca, Iskilip'in Tophane köyünde dogdu. ilk tahsilini köyde yapti. 1893'te Istanbul'a gelip medrese tahsili yapti. 1902'de icazet alarak Darü'l-fünunun ilahiyat Fafültesine girdi. 1903 te fakülteyi bitirip Fatih Camiinde Ders-i Amm olarak kürsüye çikti.
31 Mart vakasindan sonra Sinop'a sürüldü. oradan sungurlu'ya gönderildi. ve daha sonra yanlislik oldugu söylenerek serbest birakildi.

Yunanlilar zmir'e çiktiginda ilk tepkiyi, kurdugu 'teal-i islam cemiyeti' vasitasi ile yapti. Kisa zamanda toparlanan Anadolu, isgalcileri; halkça "gavur-islam disi" olan insanlari çikarmayi basardi.

Osmanli tarihi kara bir leke ve bitisle karsilasiyordu. Yanlis egitilmelerine neden oldugu çocuklari onlarin yikilmasina neden oluyor, burada ilk hedefte imparatorlugun olusumuna zemin hazirlayan islam ve müslüman halk oluyordu.
Müslümanlar saskindi bir o kadar da cahil.

Iskilipli Atif Hoca da islam'a bagli örnek nir sahsiyet olarak bu dönemin sikintilarindan payini aliyordu. Sürgün ve hapis....

Ülkedeki 'batililasma ' hareketine karsi "firenk mukallitligi ve sapka" adli eserini 1924'te yazar. kitapta,batinin iç yüzünü çevresindekilere anlatiyordu. Daha sonra yeni bir kanunla vatandaslara ülkeden kovduklari Italyan'lardan üç gemi dolusu satin aldiklari sapkalari giyme mecburiyeti geliyordu. Buna halk ve ulemadan büyük tepki geldi. Ve her kanuna savunuculuk yapanlar kanun tanimazlara haddini bildirmeliydi. Insanlar basina sapka takmadigi için katlediliyordu.

Iskilipli Atif Hoca da birbuçuk sene önce yazdigi Firenk Mukallitligi isimli kitabi bahane edilerek tutklandi. Giresun istiklal mahkemesinde yargilanarak suç bulunamamasi nedeni ile Istanbul'a gönderildi. Ancak bir süre sonra yeniden tutuklandi. 26 Aralik 1925 te arkadaslari ile beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara'ya gönderildi. 26 Ocak 1926 Sali ünü Ankara istiklal mahkemesinde yargilandi.Savci, Iskilipli Atif Hoca için 3 yil hapis cezasi istedi. mahkeme müdafaa için bir gün sonraya birakildi. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali, müdafaa yapmaya gerek görmeyen Iskilipli Atif Hoca için alinan karari açiklar:IDAM... Yani SEHADET

Iskilipli Atif Hoca vakarla ve dudaginda ayetlerle gittigi idam sehpasinda sunu söylüyordu:"zalim ve katillerle elbette mahser günü hesaplasacagiz"
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Mevdudi (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:13 pm

Mevdudi


Üstad Mevdudi, 25 Eylül 1903 tarihinde Haydarabat vilayetine bagli Örnekabad'da dünyaya geldi. Ailesi ilme ve dine olan hizmetiyle meshurdur.
Mevdudi'nin soyu Seyh Kutbuddin Mevdudi'ye uzanir. Bu zat hicri altinci yüzyilda Hindistanda yasamis ve Çestiye tarikati seyhidir..
Mevdudi'nin babasi kültürlü bir savci idi. Asirdaslarindan bir çogunu aldatân bati medeniyeti onu da rahatsiz etmistir.

Onun için oglunu ingiliz okullarina göndermeyip evinde okutmustur.
Fakat bu genç baba oglunun egitiminde fazla zaman ayiramadan vefat etti.
Mevdudi onalti yaslarindan itibaren ev sorumluluklarini yüklenmek zorunda kaldi. Buna ragmen Islâmi ilimleri ögrenmekten de bir an geri kalmadi.Bu ilimleri bir tarafdan asil kaynaklarindan ögrenirken, diger taraftan çaginin olaylarini gerçek yönleriyle takip ediyordu. Böylece hem Islâmi alanda ve hem de zamaninin problemlerine karsi kendini hazirliyordu. Üstadin yetismesine bu iki açidan bakmaliyiz.

GAZETECI MEVDUDI
Üstad Mevdudi ilk çalisma hayatina gazeteci olarak baslamistir. Bir ara Hindistan'da yayinlanan meshur "Müslim" ve "Taç" adli gazeteler ile Delhi'de çikan. "Cemiyet" gazetelerinde yazi isleri müdürlügü yapti.
Bu gazeteler o zaman müslümanlarin hak ve menfaatlerini savunuyorlardi. Bundan sonra ise Ustad 1923 yilinda "Tercüman-i Kur'an" adli aylik dergiyi çikartti. Hindistan yarimadasindaki Islâmi harekete bu derginin çok önemli katkilari olmustur.
Üstad Mevdudi kendisini lekelemek için Gandi'nin ortaya attigi iftiralara karsi büyük mücadeleler vermistir. Gandi bu iftiralariyla Islâma karsi süpheler uyandirmayi hedeflemisti.
Ancak Mevdudi "Islâmda Cedel" adiyla yazdigi meshur kitabinda bu iftiralarin tamamen asilsiz oldugunu ortaya koydu. Üstad Batinin kültür emperyalizmine karsi büyük mücadeleler vermistir. Ilmiyle ve güçlü imaniyla bu direnisini sürdürmüstür.
Ömrünün tamamini Islâmi ilimleri ögrenmeye ve problemleri çözümlemeye harcamistir. Siyasi, iktisadi ve sosyal konularin halledilmesi için zamanini hep bu yolda kullanmistir.
Bir taraf Islâm düsmanlarina, sapik fikirli gruplara ve Kadiyanilik diye bilinen gruba karsi ciddi bir mücadele verip, onlarin batilligini ve tutarsizliklarini ortaya koymus, müslüman alimlerin pasifliklerini tenkid ederek onlari uyarmistir.
1938 tarihinde Sair Muhammed Ikbal Lahor kentine gelerek Mevdudi ile Islâmi hayata hakim kilma yolunda yardimlasmada anlastilar. Fakat bu çalisma son seklini almadan önce Ikbal vefat etti.

MEVDUDI ve PAKISTANIN KURULMASI
Üstad Mevdudi Hindistanli müslümanlari ikna etmek için çok gayretler sarfetmistir. Onlarin Hindistan'dan apayri bir ümmet oldugunu vurgulamis ve müstakil bir devletlerinin gerekliligini defalarca söylemistir. Hindularin müslümanlara karsi sürdürdükleri zulümlerini önlemek için kendi devletlerini kurmalarinin kaçinilmaz oldugunu vurgulamistir. Onun bu sekilde konusmalari müslümanlar tarafindan büyük bir kabul görmüstür.
Pakistan, Hindistan'dan ayrilip müstakil bir devlet olunca Mevdudi de Pakistan sinirlarinda kalan Lahor kentine hicret etmistir. Bu tarihten sonra da Pakistan anayasasinin Islâmi esaslara dayanmasi ve hayatin her alaninda Islâmi hükümlerin hakim olmasi yolunda tüm gayretlerini harcamistir. Böyle Islâmi bir programi olusturmak için ülkeyi bastan basa gezmeye bâsladi. Bu gezileri Pakistan'in diger ileri gelenleri tarafindan bozgunculukla suçlandi ve üstad 1948 de hapse atildi. Idareciler üstadi hapse atmayi basardilar ancak Pakistan halkinin arzularina uyarak Pakistan'da Allah'in hükmünden baska hiç kimsenin hükmedemiyecegini ilan etmeye mecbur oldular. Çünkü Pakistanin Hindistan'dan ayrilarak müstakil bir devlet olmasinin esas nedeni zaten bu idi. Daha sonra 1950 lerde üstad serbest birakildi.

KADIYANILIGE KARSI MÜCADELESI VE IDAMLA YARGILANMASI
Hapishanede kalmis olmasi Mevdudi'nin azminden bir sey kiramamistir. Aksine daha güçlü bir iman ve kararlilikla disariya çikmistir. Arkasindan da Pakistan'da Islâmi anayasanin yürürlüge konulmasini isteyen hareket olusturmustur. Halk da bu hareketin yaninda yer almistir. O günlerde Pencap eyaletinde halkin çogunlugu Kadiyaniligin Islâm ümmetinden ayri bir azinlik oldugunun ilan edilmesini istiyordu. Fakat askeri idare bu istegin iptalini taleb etti. Iste tam bu esnada Mevdudi "Kadiyanilik Meselesi" adli kitabini yazdi.
Kitapta askeriyenin bu ibtal talebini reddediyor ve hükümetin bu konudaki siyasetini kiniyordu. Bundan dolayi 1953 de tekrar tutuklandi. Arkasindan da idama mahkum edildi.
Üstad bu idam kararini büyük bir iman olgunlugu ve yüksek bir cesaretle karsiladi. Onun bu konudaki konusmasi söyledir.

"Eger bu, Allah'in bir iradesiyse büyük bir mutlulukla karsiliyorum. Bu bizim kavusmayi ârzuladigimiz sehadettir. Ölüm su anda benim için yazilmamis ise hiç endise etmiyorum. Çünkü onlarin bu gayretleri beni hiç ilgilendirmiyor. Onlar bana en küçük bir zarar dahi veremezler."
Hükümetin bu zalimce karari Islâm aleminden büyük bir tepkiyle karsilandi. Bunun üzerine hükümet yetkilileri Mevdudinin idami kararini agir islerde çalistirilmak üzere müebbet hapse çevirmek zorunda kaldilar.

Daha sonra askeri kanunlarin yürürlükten kalkmasiyla birlikte Mevdudi de serbest birakildi. Üstad disari çikinca Islâmi mücadelesini ayni hizla devam ettirdi. 1958 yilindan itibaren Pakistan'da Eyyüp Han'in devri basladi. Eyyüp Han tekrar askeri yönetimi yürürlüge getirmesiyle beraber bütün siyasi parti ve cemaatler de kapanmis oldu. Bu gelismeler Mevdudi'nin azmini kiramamisti. Ne pahasina olursa olsun Islâmin yüce sanini her tarafa duyurmaliydi. "Cemaat-i Islâmi"yi tekrar kurmaya karar verdi.
"Cemaat-i Islâmi" çalismalarini her gün biraz daha hizlandiriyordu. 1964 te ise bu çalismalar adeta doruk noktasina ulasmisti. Bunun üzerine hükümet yetkilileri cemaatin ileri gelenlerini tutukladi. Ama halkin büyük tepkisi karsisinda tutuklamalardan vazgeçti.

MEVDUDI VE PAKISTAN-HINDISTAN ARASINDAKI MÜCADELE
Mevdudi bir taraftan da Hindistan'in Pakistan üzerindeki kötü emellerine karsi koyuyordu.
1965 te Hindistan Pakistan'a saldirdi. Bu esnada Mevdudi Pakistan'in savunmasinin tüm müslümanlara farz-i ayin oldugunu ifade etti. Ülke müdafasinda düsmani engellemek için yardimci olan herkesin de mücahid oldugunu ilan etti.
Hindistan'in Kesmir'e saldirmasinda da Mevdudi ayni keskin tavrini muhafaza etti. Cemaati Islâmi'yi bu zor sartlarda yöneten Mevdudi etrafindakilere iman ve cesaret asiliyordu.
Mevdudi'nin Cemaattaki liderligi araliksiz olarak 1972'ye kadar devam etti. Bu tarihlerde sihhi durumunun elverissiz olmasindan dolayi görevi Üstad Muhammed Tufeyl'e teslim etti. Ama Cemaati Islâmi için sürekli müracaat edilen bir lider olmayi sürdürdü. Bu mücadelesini de 22 Eylül 1979 da vefat edinceye kadar devam ettirdi.

MEVDUDI'NIN PAKISTAN DISI ÇALISMALARI
Mevdudinin çalismalari sadece Pakistan'la sinirli kalmamistir. Aksine bütün Islâm alemine yayilmistir. Mevdudi, Filistini, Arap yarimadasi ve Misir'i da ziyaret ederek oralardaki Islâmi çalismalar hakkinda bilgiler almis ve onlara bilgiler vermistir.
1961 yilinda Medine-i Münevvere de Islâm Cemaatinin kurulusu için kâmil bir program hazirlamistir. Sonra kendi sahsi gücünü ve cemaatinin gücünü Filistin'in kurtulusu için harcamistir.

1966 da ise Mekke'de yapilan Islâm ülkeleri toplantisinda bu müessesenin bir kurucusu olarak büyük çalismalar yapmistir. Bu toplantilarda yaptigi konusmalarda tüm Islâm topraklarinin askeri çalismalarla kurtarilmasi gerektigini defalarca vurgulamistir.

MEVDUDI'NIN ESERLERI.
Mevdudi çok büyük bir ilmi serveti de arkasinda birakarak aramizdan ayrilmistir. Onun eserlerinden bazilari sunlardir.
1- Islâmin esaslari
2- Kur'ana göre dört terim.
3- Islâmin yaratilis nazariyesi
4- Islâmi hareketin ahlaki esaslari
5- Hicap
6- Nur suresinin tefsiri
7- Dini ihya ve tecdid tarihinin özeti
8- Müslümanlarin bugünkü durumu ve onlari harekete getirme yollari.
9- Allah yolunda cihad
10- Islâm ve cahiliye
11- Hakkin sahitligi
12- Dogru din
13- Talim ve terbiyede yeni program
14- Iktisadin esaslari
15- Islâmda iktisadi problemler ve çözümü
16- Araziye sahip olma meselesi
17- Islâmi kanun
18- Islâmda hayat nizami
19- Tefhimül Kur'an ( Tefsir)
20- Kadiyanilik meselesi
21- Islâm inkilabi
22- Biz ve bati medeniyeti.
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Arif Nihat Asya hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:16 pm

Arif Nihat ASYA

Türk Edebiyat Tarihi'ne "Bayrak Şairi" olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya , 1904 yılında Çatalca'nın İnceğiz Köyün'nde dünyaya gelmiştir.İlköğrenimine köyünde başlamış, daha sonra İstanbul'a gelir. Önce Haseki Mahalle Mektebi'ne daha sonra Gülşen'i Maarif Rüştiyesi'ne devam eder.

Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi'ne aktarılır. Milli Mücadele Dönemi'nde Ankara'da bulunur. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir. 1928 yılında Darülmuallimin'i Aliye'den edebiyat öğretmeni olarak mezun olur ve Adana kolej ve öğretmen okullarında edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yapar.


1948 yılında Edirne'ye tayin edilir. 1950-54 döneminde Adana Milletvekilliği, 1954 yılında Eskişehir milletvekilliği yapar. 1962 yılında ise Ankara Gazi Lisesi'nden emekli olur.


Arif Nihat Asya, Türklük ve Türk Dünyası sevdalısıdır. Şiirlerinde bu dünyalardan da sesler getirmeye çalışır. Kimi zaman oradan uzak kalışımızın hüznünü yansıtır, kimi zaman da oralarda yaşanmış Türk kahramanlıklarını anlatır.


5 Ocak 1974 tarihinde Ankara'da vefat etti.




Şiir Kitapları


Heykeltraş (1924)

Yastığımın Rüyası (1930)

Ayetler (1936)

Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946)

Enikli Kapı (1964)

Kubbe-i Hadrâ (Mevlana üzerine, 1956)

Kökler ve Dallar (1964)

Emzikler (1964)

Dualar ve Aminler (1967)

Aynalarda Kalan (1969)

Kanatlar ve Gagalar (1946)


Şiirlerinden Seçmeler
Şehitler Tepesinde Ebedileşen
ARİF NİHAT HOCA ( N. Hacıeminoğlu )
Arif Hocayla Diyalog
Arif Nihat Asya İle Söyleşi
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Ahmet Hikmet Müftüoğlu (Rh.a) Hyatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:42 pm

(1870-1927)

"İslâmın gözü, Türkün kalbi olan bu renk ve nur durağı memleket pek temiz, pek mamur, pek güzeldi. Onun çarpık kavuklu, yangesli harap mezarları, buraların darülfelasefelerinden, kütüphanelerinden daha manalı, daha düşündürücüdür. Oranın hamalları, fakirleri buranın lordlarından, milyonerlerinden daha asil, daha civanmerddir". (Çağlayanlar)

Türk milliyetçiliğine hem siyasî hem de edebî alanda hizmet etmiş yazarlarımızdan Ahmed Hikmet Müftüoğlu 1870'de İstanbul'da doğmuştur. Ailesi dönemin ulema sınıfındandır. Şiirle ve tasavvufla ilgilenmişlerdir. Müftüoğlu yedi yaşında babasını kaybetmiş, ağabeyinin himayesinde büyümüştür. Eğitimine Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesinde başlamış daha sonra Galatasaray Sultanisine girmiştir. Tevfik Fikret'le bu okulda tanışmış ve arkadaşlık kurmuştur. 1888'de sultanideki eğitimini bitirmiş, Hariciye Nezaretinde çalışmaya başlamıştır. Bu görevine devam ederken Galatasaray Lisesinde öğretmenlik yapmıştır. Pire (Yunanistan) ve Poti (Kafkasya) şehbenderliğine vekalet etmiş, 1891'de İstanbul'a geri dönmüş ve eski işine devam etmiştir. 1908'de Ticaret ve Ziraat nezaretinde göreve başlamıştır. Galatasaray Lisesindeki hocalık görevini Tevfik Fikret bu liseye müdür olunca bırakmıştır. Darülfünun, Edebiyat Fakültesi Fransız ve Alman edebiyatları hocalığına başlamıştır. 1912'de Peşte'ye gönedrilmiş, mütareke döneminde İstanbul'a dönmüştür. Harp malzemeleriyle ilgili bir komisyonun başkanı sıfatıyla Peşte, Viyana ve Berlin'de kalmıştır. İstanbul'a döndüğünde halife Abdülmecid Efendinin baş mabeyinciliğini yapmıştır. Ankara'da Hariciye Müsteşar vekaletini üstlenmiş, 1927 yılında vefat etmiştir.

Fikirleri ve kişiliği: Türkçü ve Türkçeci yazarlarımızın önde gelenlerinden Ahmet Hikmet Müftüoğlu edebiyatımızın milliyetçi hareketini temsil etmiştir. Türkçülüğü siyasi sahada savunan isimlerimizdendir. Yazarlığa Servet-i Fünuncular içinde başlamış, meşrutiyetten sonra Türkçülük ülküsünü benimsemiş ve Servet-i Fünunculardan ayrılmıştır. Müsbet ilimlerle ilgili tercümeler yapmış ve Hazine-i Fünun ile Servet-i Fünun dergilerinde yayımlatmıştır. 1894-1900 yılları arasında aynı dergilerde hikayelerini sunmuştur. 1908'den sonra sanatını sosyal konulara yönlendirmiştir. Ölümüne kadar bu fikre bağlı kalmış, edebi alanda Çağlayanlar'da hikayeleri ve Gönül Hanım adlı romanında bunu sergilemiştir. Türk toplum yapısını Çağlayanlar'daki 16 hikayesinde ortaya koymuştur.

Eserleri: Gönül Hanım'da; Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen bir askerin Türkistan'daki esir kampında Gönül adlı bir Tatar kızının rehberliğinde, eski Türk ülkelerini dolaşmasını ve ülkü birliği yaptığı bu kızla arasındaki sevdayı anlatır. Türk tarih ve medeniyetinin eskiliği ve Türk birliği üzerinde durur. Türkçülük çalışmalarına katıldıktan sonra ortaya koyduğu eserlerinde millî kimlik ön plana çıkmış, dil sadeleşmiştir. Eserlerinden diğerleri; Leyla Yahud Bir Mecnunun İntikamı (1890), Haristan ve Gülistan (1890), Çağlayanlar (1922), Gönül Hanım (Tasvir-i Efkar'da tefrika, 1920, yeni yayını 1971), Salon Köşeleri, Bir Tesadüf, Bir Safha-i Kalb, Kadın Ruhu, Silinmiş Çehreler, Beliren Simalar adlı kitaplardır.
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Alimleri... Empty Ahmet Yesevi (Rh.a) Hayatı (Biyokrafisi)

Mesaj tarafından ZAHİD_46 Ptsi Tem. 07, 2008 2:48 pm

Hayatı

Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km., bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar.

Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.

Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî'nin manevî babası olur. Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.

Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir. O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .

İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.

Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyetle uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî'nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.

Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap -Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur'an'dan aldığı ilhamla öğretti
ZAHİD_46
ZAHİD_46

Mesaj Sayısı : 106
Nerden : KüRe_İ aRz: HaVf ve ReCa DiYaRıNdA KENDİMİ DİNLİYORUM...!
Ruh Hali : İslam Alimleri... 1145
Tuttuğu Takım : İslam Alimleri... 1450
Kayıt tarihi : 05/07/08

Kişi sayfası
Rep Puanı:
İslam Alimleri... Left_bar_bleue15/1000İslam Alimleri... Empty_bar_bleue  (15/1000)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz